bazı sabahlar, sesim boğazımın hemen ardında bir yerlerde kalıyor. dilimin ucuna kadar gelen kelimeler, dışarı çıkmak yerine içime doğru çöküyor. anlatmaktan yorgun, anlaşılmaktan umutsuz bir hal var üzerimde. konuşmam gereken anlarda bile içimden geçen cümle, “şu an söyleyecek bir şeyim yok” oluyor. ama tabii ki bunu da söylemiyorum. sadece gülümsüyorum. kahkalar atıyor, ne yaşıyorsam da içimde yaşıyorum. eğleniyormuş gibi görünüyor ve güzel bir tablo çiziyorum etrafımdakilere. gülümsemek bazen sessizliğin en nazik kılıfı oluyor.
içimde birikmiş kelimeler var ama artık onlara bakınca kendimi görmüyorum. çoğu zaman sanki başka birinin hayatını yaşamaya zorlanan bir figüran gibi hissediyorum. dışardan bakınca “iyi”yim belki, düzenli, sorunsuz, sıradan. ama içimde oturan o çocuktan hâlâ bir ses geliyor: “biri beni fark etsin.” fakat büyüyünce anlıyorsun, kimse fark etmiyor. insanlar sadece seni nasıl algılamak istiyorsa öyle görüyor. sen susunca da seni yok sayıyorlar. ben susmuyorum, çok konuşuyorum, belki de gereğinden fazla. ama ağzımdan buraya yazdıklarım, asıl söylemek istediklerim çıkmıyor hiç. onları hep susuyorum.
sessizliğim bir tür savunma mekanizması değil sadece, aynı zamanda bir barınak. konuşmadığımda kendimle baş başa kalabiliyorum. dışarısı çok parlak, çok hızlı, çok gürültülü. herkes bir şey söylüyor ama kimse hiçbir şey duymuyor. oysa ben, en net sesleri kendi içimde duyuyorum. bazen bu sesler bana huzur veriyor, bazen de tedirginlik. çünkü zihnimin içi çoğu zaman eski bir ev gibi – tavanı akıyor, duvarları çatlamış, ama hâlâ içinde oturuyorum. hâlâ burası benim evim. dizlerimi çekiyor, kafamı eğiyorum. bu evi terk edemiyorum.
konuşmamaya karar verdiğim günlerde insanlar soruyor: “bir şey mi oldu?” hayır, bir şey olmadı. belki çok şey oldu ama hepsi içimde oldu. içimdekileri dışarı yansıtmak bana koskoca bir bavulu uzunca süre üstümde taşımam gerekiyor gibi hissettiriyor. anlatınca daha kolaylaşmıyor. hatta bazen daha da zorlaşıyor. çünkü bir şeyi adlandırdığın anda onunla arandaki gizem bozuluyor. oysa bazı acıların, bazı kırıklıkların adı yoktur. onları sadece taşırsın. yük gibi değil, kimliğinin bir parçası gibi.
gün geliyor, bir kahve kupasını tutuş biçiminle kendini ele veriyorsun. ya da kalabalıkta gözlerinin bir yere sabitlenişiyle. o an biri gelse, sorsa, “neyin var?” cevap veremiyorsun. çünkü cevap uzun, dağınık ve içinde çocukluğundan parçalar, hayal kırıklıklarından tortular, geçmişten kırıntılar, kelimelere sığmayan bir sürü şey var. o yüzden susmak, bazen en dürüst hâl oluyor.
bugün de konuşmasam olur gibi. çünkü anlatmaya kalkarsam, anlatacaklarımın içinde kaybolacağım. ağzımdan çıkan onlarca sözün yanında, sessizliğim beni ayakta tutuyor. sessizliğim, bana ihanet etmeyen tek şey belki de.